Asırlardır Gömülü Olan

Category: Denemeler, Hikâye-Öykü 45 3

Ah, ses!

Böyle bir giriş yapmak istedim. “Ses”i ne çok yerdik, dışladık, öteledik, susturduk. Sükunetin kutsallığı üzerine ne şiirler yazdık… Aşkın sessizliğinde ne efsaneler anlattık, değil mi? Huzuru, kendini duymayı, dinlemeyi, hüznü, acıyı, aşkı, saygıyı, çoğu şeyi sessizliğe gömdük. Sessizlik biraz da susturmak değil midir?

Zaman değişti, değişiyor, değişecek de. Toplumlar değişiyor. Fikirler, buluşlar, bilim, sanat, şiirler… Her şey değiştikçe değişmeyen bir şey var: sükunet. Onu biz devamlı kutsadık, yücelttik, başa taç ettik. Evet, başa… Susturmak olduğunu fark etmedik.

Bugün, yani 15 Temmuz 22, bir şey fark ettim ve bu farkındalığa dair de çok düşünecek, inceleyecek ve sesleneceğim. Evet, sürekli ses vereceğim. Uzun bir zaman boyunca “ses saklama”nın büyüsü altındaydım. Sustum, susturdum; duygularımı, düşüncelerimi, arzularımı, hevesimi, hırsımı, inatçılığımı, öfkemi, kırgınlıklarımı, tiksindiklerimi, takıntılarımı… Susturdukça büyüyen bir şeylerin etrafımı sardığını, ancak ve ancak, kuşatma tamamlanınca anladım. Hâlâ geç değil. O kale yıkılabilir; kolay olmasa da yıkılabilir, her şey gibi…

Sessiz bir gündü; çok sessiz… Diğer günlerden farklı, bence tabii. Yine bir karar almıştım; doğru ya da yanlış, önemli değil. Yaşamak, sadece yaşamaktır; öldüğümüzde doğru ve yanlışların pek de önemi kalmayacak. (Dine hizmet amaçlı bir yazı değildir, bağlama yapmadan sesi dinleyin sadece lütfen.) Bu sessizlik acıdan ya da sevinçten kaynaklı değil; ne hüzünlüydüm ne de mutlu. Sadece sessiz bir gün hayal edin; içinde duygu, düşünce, acı, aşk olmayan… Düşünebildiniz mi ya da düşleyebildiniz mi? Ah, sormadan duramayan kalemim; kızanlara, alaycı timlere armağanım olsun; kullanın kendi yüceliğinizi başkalarını ezmek ile var edeceğinize inandığınız görüşünüzde; kullanın ve yine, yine, aç ve susuz dolaşmaya kurban kılın ruhunuzu!

Evde ses çıkaracak kimsecikler yoktu ve ben, devamlı bağırıyordum. Bağırdım, bağırdım, bağırdım. Beni tanıyan ya da tanımayan, seven ya da sevmeyen, acıyan ya da şefkat duyan, korkan ya da saygı duyan ey insanlar, ey biçare ruhlar, duyun sesimi, tanıyın, bilin, hissedin, duyun onu, diye defalarca, defalarca bağırdım. Sesimi, ben dahil kimsecikler tanımıyordu, duymamıştı çünkü o doğuştan beri susturulmaya çalışılmış ve susmak üzerine programlanmış o sesimi; öyle de yaşamıştı. Şimdi, bugün ise aniden dünyaya gelen bir yabancıydı; kimine göre ise bir uzaylı, cin, canavar ya da virüs.

Doğrunun, sevmenin, yardım etmenin ve kadın olmanın önemli olmadığı bir gün, bugüne yakın bir gün, acının, yalnızlığın, varoluşsuzluğun ve korkunun hakim olduğu o gün, bir şiir yazdım: İçinde ses vardı. Aşk, kırgınlık, pişmanlık ve affedilme isteği… Ses öyle güçlü yarıp çıkmıştı ki derinlerden hiçbir elim engel olamadı, olmadı belki de, bilmiyorum o an. Sonra başka bir elin eline geçti; yine engel olmadım; bu sefer ben engel olmadım, bunu hatırlıyorum. Başka bir sesin tabutuna çarptığına eminim; memnuniyetle uğurladım o gün o ses dolu şiirimi. Hiçbir utanç yaşamadım, yaşamıyorum da.

Bugün yine yalnızım ama acı vermiyor; hatta hiçbir şey hissettirmiyor. Her şeyin başından beri var olduğu şekliyle bir yalnızlık… Acı da yok, huzur da… Dokuz ay önce, tehlikeli olaylarla alabildiğim evimde ilk kez saklanmadan dört gün geçiriyordum. Ve bu dördüncü günün sonunda doğdu: ses. Temizlik, yemek, çamaşır ve bir evin varlığının devamlılığı için gerekli olan tüm ihtiyaçlarını gidermiştim. Yazamıyordum, okuyamıyordum, dinleyemiyor ve uyuyamıyordum. Geriye sadece izlemek kalmıştı. Sekiz puanlık filmler içinde tek sesli onu gördüm: Little Women (2019).

Bir anne ve dört küçük kadın. Onlar da minik bir evde, tek başlarına fakat çevresindekilere göre sessizce yaşadıklarını sanan bir aile. Oysa benim gördüğüm ve onların da sonradan görecekleri gibi durum çok farklıydı. Evin içinde “ses” vardı. Gerçek bir ses… Duygulu, özlemli, acılı, yorgun, mutlu, yaralı, kızgın, aşk dolu ama her şeye rağmen güçlü bir ses… Ve bu sesin her bir üyesi farklı yeteneklere sahipti: yazmak, çizmek, çalmak, iyilik ve şefkat duymak. Hepsi o minik evde bir bütün oluşturuyordu ve tüm ses parçaları koşuyordu; olabildiğine koşuyor… Anne, “Neredeyse hayatımın her günü bu kızgınlığı taşıyorum,” diyerek sesini tanımlıyordu. Jo’nun kardeşi Beth’e, “Lütfen böyle sakin gitme,” diyerek; cinsiyet eşitsizliğinin, evliliği var olmakla eşdeğer görüp tek başına yaşamanın kötü sayıldığı ve aşkın ekonomik ve politik tanımlarla ifade edildiği o dönemde, “Yaşadım ve yaşadık. Burada, bu evde. Beraber yürüdük, durduk, koştuk, düştük. En önemlisi, tüm seçimlerle, kızgınlıklarla, heyecanlarla, sevinçlerle, üzüntülerle, kararsızlıklarla beni ben yapan her şeyle bu hayatın anlatıcısı benim, biziz. Evet, hepimiz buradaydık; gittik ve yine döndük. Bu yoldan dönmeyecek olanlar ise sadece sokaklar, caddeler, şehirler, duranlar ve susanlar; asırlar boyu koşacak olan da, bağıracak olan da, seslenecek ve yazacak olan da benim,” bunu anlatmak istiyordu. Hikâyelerini ilk önceleri bir arkadaşa ait diyerek bir yayınevinin editörüne satarken artık kendisinin de duyduğu sesiyle ve kardeşlerinin sesiyle yayımlatıyordu. Sesi artık daha heyecanlı, mutlu, aşk ve rahatlık doluydu ve daha az kızgın, telaşsız, duyarlı ve özgüvenliydi.

İşte, o an fark ettim. Sükunet, kutsal değildi; o susturmaktı. Yaşamak istediklerini, yaşayacaklarını, yaşadığını, yaşıyor olduğunu; en önemlisi var olduğunu susturmaktı.

7340cookie-checkAsırlardır Gömülü Olan

Related Articles

3 thoughts on “Asırlardır Gömülü Olan

  1. Konusangoruntuler

    Yazıyı ikinci kez okudum. Şiir havasında ve duygu yüklü bir çalışma…
    Eline sağlık Rabia Hanım.

    Reply

Add Comment